günlükler

 

seda zengin

 

 

 

11 Ağustos 1992

 

Sıcak yaz günü, okul bahçesinde çimleri çevreleyen kaldırım taşlarının üzerinde oturuyorum. Güneş tam tepemde. Kelebekler, kuşlar ve çiçekler aynı yörüngede cıvıldaşan neşeli halkalar. Başımı sıkıca ellerimin arasına almışım, bana yaklaştığını görmedim. Yanıma oturdu, hiç konuşmadan bir dergi uzattı bana. Yüzüne bakmadan aldım, sayfalarım karıştırdım hemen, tıka basa şiir dolu bir dergiydi bu. “Ben şiir sevmem, git başımdan! “ dedim, hala yüzüne bakmıyordum. Eğildi, tam karşıma yerleştirdi gözbebeklerini: bütün cinlerim başıma üşüştü o anda, dingin kanım yeraltından uğultuyla yükseldi, cinnetim en dip kuytulardan ışık hızıyla ulaştı aramıza. Yabancı yüz, git burdan, yoksa yok edeceğim seni; şu kaygısız gülüşünü, şu ışıldayan tenini, kol saatini, güneşle işbirlikçi kalbini parçalarını senin! Oyun bahçelerinde çocuklarla birebir dalgalanan saçlarını, kuşlar gibi açılan ağzını, tüm bedenini, tüm etini, herşeyini, herşeyini parçalarım senin, git başımdan! Öfkem güneşten bile kırmızıydı, onu daha önce hiç görmemiştim. Ben yalnız kalmak istiyorum, hiç kimseyi istemiyorum yanımda, konuşmaktan da nefret ediyorum. Üstelik bir yabancı gülümseyerek ve öfkeme yaslanarak gözlerimin içine bakarsa daha çok nefret ediyorum sözcüklerden. Tüm hıncımla bakıyordum ona, o da tüm sakinliğiyle bana. Böyle kaç dakika geçti bilmiyorum, ama o çocuk gülüşü hiç bitmedi karşımda. Sonunda onun sabrı kazandı, benim köpük gibi söndü kızıl öfkem.

“Adın ne senin?” dedim. “K an” dedi. “Ne!” “ K an, iki a’yla ama”. Az Önce biten köpüklerim, ağzımdan fışkırmaya başladı yeniden. Yumruklarımı öyle sıktım, canımı öyle sıkıştırdım ki namluma, büyük bir hızla yüzüne kocaman bir tokat yerleştirdim. Ben ufak tefek küçücük bir kızım, ama hiçbiriniz inanamazsınız duvarda nasıl büyük bir gedik açtığıma. Başı elimin şiddetiyle geriye itilmişti, geri döndüğünde vurduğum yer elimin izini ayırt edebilecek kadar kıpkırmızıydı. Yüzünün geri kalan kısmı bembeyazdı. Çok sessiz bir rüzgâr esti, dışardaydık ama sanki yeryüzünün dev kapısı aralanmıştı ve uzaydaki sağır esinti dolmuştu aramızdaki boşluğa. Gözlerinin ışığı söndü, gülümsemesi bitti, çiçekler soldu bahçede, kelebeklerin benekleri betona döküldü. Uzun ince boyunu gördüm arkadan, başım öne eğmişti, ağlıyordu giderken. Hiç ses yoktu, duyuyordum ama göz suyunun gürültüsünü duyuyordum, yüzünü nasıl cam gibi çizdiğini. Peşinden koştum hemen, sol yanından yakaladım kolunu, var gücümle asıldım. “Dur gitme, lütfen gitme, bağışla, beni de bağışla!”. Kolumdan tutup kenara savurdu beni, sırtım betona çarptığında, kaburgalarım çatırdadığında geri dönüşümsüz acı sular doldu gönlümün mazgallarına. Artık hangi ülkeye, hangi sınıra gitsem, hangi kanatlarla uçsam da bu irinden, bu acıdan, bu sıvıdan asla kurtulamayacaktım. Tıpkı yazgı gibi durmadan eklenecekti ömrüme bu apacı salyalar. Eşsiz köpüren dalgalar’la dolaşacaktım çöllerde, uykudan henüz uyanmış olsam da iklim kandıramayacaktı beni.

Oturduğum kaldırıma geri döndüm, artık akşamüstüydü, yerde bana verdiği dergiyi gördüm, hafif rüzgâr sayfalarını çeviriyordu. Rüzgârın aksi yönünden telaşla yakaladım yürüdüm. Çömelip büyük bir dikkatle, okumadan harflere bakmaya başladım, gözlerimi öyle açmıştım ki, büyüteç gibiydim her satırda. H harfinin tepesinden paldır küldür L’nin yanına düşüyordum mesela. Sayfa sayfa ilerledim yine de, sonunda koparılmış sayfaya ulaştım, bir sayfası eksikti, yırtılmıştı, yoktu. Büyük bir korkuyla yutkundum, dünya yerle bir olmuş, tüm canlılar ölmüş ve ben, tek başına ben sağ kalmıştım. Yaşıyordum, nefes alıyordum, ciğerlerim havayla doluyordu, ama bundan başka hiçbir kıpırtı, hiçbir can, hiçbir yaşam yoktu bu ıssızlıkta. Haykırarak duvarın dibine sindim. Elimi böyle taşa yaslamasam, ben de ölsem, olmasam, hiç olmasam... böyle durmadan ağlamasam, uykum gelse, hiç gitmese, yaz bitse, hemen şimdi bitse, burası kar dolsa, buz gibi hava ılık kanımı dondursa aktığı yerde, ... Gözkapaklarım ağır mı ağır, kıvrılıyorum kendi görüntüme. Ela ibnom ela, gel uykum gel! Ateşin etrafında hızla dönüp duran dumandan başka neyim ki ben!

2 Şubat 1993

Bugün onun doğum günü, 23 yaşına basıyor. Hediye almadım, çünkü bana kızgın, kutuyu başımda paralar. Ama bir şiir yazarsam neresinden tutup savuracağını bilemez, kalakalır öylece. Benim el yazımla ve sözcüklerimle baş edemez. Yeniden gülümser belki, “Ne oldu şiir sevmezdin hani!” der sonra. Sen kazandın derim ben de. Yenilgimi kabullendim, öfkemi susturdum. Sen kazandın, şiir’den başka dünya yokmuş meğer. Ne olur bir daha baksın bana! Solgun tek bir fotoğraf gibi kalmasın sevinci, bir daha şenlensin yakamozlar gibi şu yaşadığımız bozkırda. Bembeyaz kâğıda, mavi mürekkeple ona yazdığım şiiri temize çekiyorum. Öyle sabırsızım ki tek umudum bugün onu erkenden görebilmek.

 

5 Mayıs 1995

Müzik dinliyorum okul bahçesinde, onu arıyorum her yerde ona da dinletmek için. Sonunda yaprakları eflatun bir ağacın altında buluyorum, ama onun yaprakları gördüğü yok, büyük bir dikkatle bembeyaz sayfalara eğilmiş. Yazı mı yazıyor, okuyor mu yoksa? Eğilip kâğıtları yerle bir ediyorum, hafifçe havalanan sayfalar yeniden yere düşüyor. Öfkeyle başını çeviriyor ama beni görünce yüzü aydınlanıyor hemen. Telaşlanıyorum, yerimde duramıyorum: “müzik, harika müzik, bu müzik harika!” diyorum. “Sakin ol, nasıl harika”. Kulaklığı ona veriyorum, tepkisini heyecanla bekliyorum. Sırtını ağaca yaslıyor, “ne söylüyor, Türkçesi yok mu bunun?” “Var”. “Ne diyor peki”, “bilmiyorum bakmadım”, “Neden bakmadın?”. “Bakmadım çünkü zaten anlıyorum”. 0 da bakmıyor Türkçesine, hiçbir zaman bakmıyor.

 

Bu türküde önce bir kibrit yanıyor, sonra her yer alev alıyor. Tüm orman alevlerin ortasında ama hiçbir ağaç, hiçbir yaprak yanmıyor, her şey kızıl ışığın korumasında. Bütün ağaçların sesini duyuyorum ruhların arasından, kavuşan bir şeyler var uzunca bir zaman ayrı düştükten sonra. Biriken bir şeyler var, damla damla çoğalan ölümsüz bir bitki örtüsü. Ben böyle bir koro görmedin ıssızlığın ortasında.

Tanıdık insan, en yakın nefes, hep yanımda kal, sözcüklerini duymak istiyorum kulaklarımda, söylediklerini yazmak istiyorum gönlümün sayfalarına. Tek başına kalma ne olur, şenliklerle dolaş tüm kenti, sokaklarda yarışmalı oyunların olsun çocuklarla her akşamüstü.

27 Haziran 1997

 

İkinci kez hastaneden çıktı. Bekleyen sarılık karaciğerinde patladı bir kez daha. Serum şişeden akarken seyrettim onu. İçinden küfrediyordu eminim, suratına tükürüyordu alyuvarların. Kolları iki yana açılmıştı, elleri açıktı ama görüyordum nasıl yumruklarını sıkıp birer balyoz gibi yatağa indirdiğini. İyice zayıflamıştı, sarı renginin gölgesinden baktım eflatun yapraklara, o türkünün sözlerini tekrarlayamadım, akşamüstüydü.

1 Temmuz 1997

Sonunda ayağa kalkabilecek kadar iyileşti. Kirli kıyafetlerini, öteyi beriyi ve bir yığın kâğıdı bir torbaya doldurup hastaneden ayrıldık. Nereye gitse kopamaz bu kâğıtlardan. Çünkü o Ankaralı bir şair. Kendinde değilken bile fark eder olmadıklarını, yanından ayırmadık bu yüzden, yoksa kıyametleri koparır. O bir sayfası eksik dergiyi hatırlıyorum aniden, şimdi şu hastane merdivenlerinden inerken nereden aklıma geldi kim bilir.

11 Ağustos 1999

Yüzyılımızın son Tam Güneş Tutulması 11 Ağustos 1999 Çarşamba günü meydana geldi. Atlantik Okyanusu’nda başlayan tutulma, Orta Avrupa ve Türkiye üzerinden Ortadoğu'ya kayarak Hindistan'dan geçti ve nihayet Güneş'in battığı Bengal Körfezi'nde son buldu. Gerek bilimsel gerekse turistik olarak büyük ilgi çeken bu asrın son Tam Güneş Tutulması, Ülkemizden milyonlarca kişi tarafından çok iyi bir şekilde izlendi. Yerli ve yabancı birçok bilimadamı, tam tutulma safhası yaklaşık 2 dakika süren bu muhteşem doğa olayından yararlanarak Güneş'in en dış atmosfer tabakası olan KORONA için birçok gözlemsel deney gerçekleştirdi. Ayrıca, tutulma zamanı ile süresine ait hesapların mükemmelliği de bir kez daha kanıtlandı.

Ah görsen nasıl bir güneş tutulmasıydı, seçtiğin o tarih.. Daha da tutulacak gelecek günlerin yüreklerimizde. Ahhh yerinden ettin, yurdundan ettin o bembeyaz yıldızı, her gündüz çıldırasıya dolanır durur başucumda... Sarmalandım da ay ışığını tülbentler gibi yanıklarıma, bir İyilik belirt bana n’olur akıp gitsin tüm zehirlerim… Saçlarımda biriken o çiçekbozuğu suratlar, hangi gülleri kuruttun, hangi kelebekleri güneşli günlerinde… Kapansın kollarım kör talihle sıkışan korkulu yağmurlara, bie ezgi kandırsın hüzünlerimi senden yana söylenen… Senden yana dolanan ay parçası, güzeller güzeli gece perisi, basamaklarımıza eğil de gel, adımlarımız yaşasın atlaslarımızda…

 

5~Ağust&S~2004

Gözlerim k an çanağı yattığı yere yaklaşıyorum. Onu gözleri kapalı görmek istemiyorum, öleyim daha iyi.

Omuzlarından tutup sarsıyorum onu, karşılaştığımız ilk gün köpüren öfkem yeniden ağzımdan taşıyor. Gitme Kaan, K an gitme! Belli belirsiz inliyor, beni bie kenara savuracak gücü yok, bu yüzden bırakmıyorum var gücümle sarsmaya devam ediyorum. Canımı konduramadım bitmesine mevsimin, o güzelim sabahta karaya oturmuştu her şey, her mavi bizimle dağ basındaydı. Köpük köpük olmuş acılarımız, sellere karışan kan yaşımız, karaya oturdu... Karaya oturdu okyanusumuz, yazdıklarımızla damla damla çoğalan/azalan hayat...

11 Ağustos 1992

22 yaşındaki Ankaralı şair Kaan İnce Kadıköy’de, rıhtımdaki Ümit Oteli’nin 4.katından kendini atarak intihar etti. Sabaha karşıydı. Güneş doğmaktaydı. Kaan önce iki tüp ilaç içti, ardından kendini boşluğa bıraktı. Rıhtım otelleri diyorum sana duymuyor musun? Kanatlarıma çarpan o kör vakti sabahın, o uçmak vakti, belleğimde patlayan gizdüşümü o 22 yaşın.. Ahh geldi geçti işte dünya gamı, kanatlarımı gömerim şimdi, düşen damlanın son bulduğu çukura...

Yıl üstüne yıl eklendi deme...sakın deme!! Beni bu hoyrat, bu uyumsuz, bu kahrolası saatte kuytusuz bırakma.. Rüyamdaki o cennet, o cin, o melek, o gelecek, bir daha yaşanmayacak o sapsarı zaman...

Saçlarıma ince ince ka n sızıyor hala görmüyor musun? Hala yıkarım kanatlarımı harfler eksilten otel göletlerinde...

29 Mart 2006

Yeni bir tam güneş tutulması...

Bir kaldırım bulayım bundan sonra ben de, başımı ellerimin arasına alayım sıkıca, ağlamadan... Bir ışık getirsinler dibine sularımın. N’olur parlama tek başına karanlığında, vakit donsun, omuzlarımda kal n'olur, hep orada kal...

“odamda bir kitap açar gibi sığınırdım gecene korkmazdım

fener alaylarında balonlu çocuklardım,

 can kurtaran sireni, hiç ağlamazdım,... ”