Yüzleşme

 

Ülkü çadırcı

 

 

“Peki şimdi hangi hastanede?” diye soruyorum. Aksi aklıma bile gelmiyor. Kaan ben yokken intihar etmiş. Tatildeyken... Haberim bile olmamış. Peki şimdi nasıl? Hepimiz öyle genciz, yaşamak öyle yakışıyor ki; hayallerimiz öylesine canlı, öylesine uzak ki ölüm bize... Nizam hoca telefonun öbür ucunda, susuyor. Neden sonra aklıma düşüyor. “Öldü mü yoksa?” Kaan öldü mü? Olacak şey değil. Şiiri ile tanınıyor; ödül almış... Kız arkadaşı var; üniversitede okuyor, ailesi, kız kardeşi, sonra biz... Arkadaşları... Bunca hayali varken insan neden ölmek ister? İçimde büyük bir kırgınlık var. Ne zaman öldün Kaan? Sahilde miydim? Pansiyonda odamda gitar mı çalı(şı)yordum? Yemek mi yiyorduk ailecek? Ben, Gökhan, Ayda, Ali Burak, Nizam hoca, biz hayatın bu kadar içindeyken sen ne zaman ... Ne oldu da gözümüzün önünden kaydın? Sayısız soru doluşuyor zihnime. Unutmak istiyorum. Kaçmak, geri dönmek sahile...

Kolum kanadım tutmuyor bir süre. Ne yapılır, nereye gidilir bu yaz günü... Çok geç kalmışım, kimi arasam, kime anlatsam? Çok geç. Gökhan, Ayda hatta hoca aynı suçluluk duygusuyla kıvranmıyorlar mı? O kadar yakınındaydık; şiirlerinin altını üstüne getirirdik –buluşmalarımızda; anlamadık. Şiirdeki ölümün yaşama böyle kastedebileceğini düşünmedik. Bu yüzden belki, içimdeki o genç Öykücü kendine hâlâ kırgın.

Neredeyse gencecik ömrün kadar daha yaşadık Kaan. Çok şey oldu, değiştik yıllarla. Tanımadığın insanlarla tanıştık. Dostların dostlarımız oldu senden sonra. Ercüment, Erol, Cem... Daha başkaları da geldi adına kurulan Vakfa. İzlek Dergisi hem yeni bir soluk getirdi Ankara’nın yaşlanmış, yaşlandıkça da tektipleşmiş edebiyat çevresine; hem de genç yazarları, yazınla ilgilenen genç ruhlu insanları bir araya getirdi; onların sesi oldu. Başka türlü de olabileceğine dair bir hayalin gerçekleşmesiydi. İktidar ilişkileri olmadan, çıkar hesaplarına düşmeden, dirsek teması, meyhane masaları, kayırmaca, kokuşmaca olmadan da yazılabileceğini, yazdıklarının yayınlanabileceğini gösterdi çoğu zaman Vakıf odasının kirasını ya da derginin bir sonraki sayısının baskı parasını harçlıklarından arttırdıklarını bir araya getirerek karşılamaya çalışan pek çok genç insana. Ha sonra ne oldu diyeceksin? Sonra büyüdük. Okullarımız bitti. Kimimizin yolu egemen edebiyat çevresine teğet geçti; kimimizinki ise çarkın içinden... Bazılarımız kaçak güreşmeyi yeğledi yine. Hem orada, hem değil. Kimimiz ise uzakta durup -senin o alaycı gülümsemene öykünerek- olan biteni seyretmekle yetindi. Şimdi bir zamanlar İzlek diye bir derginin çıktığı pek az hatırlanıyor. Dergi odasına gelip gitmiş, yazdıkları didik didik okunmuş, acımasızca eleştirilmiş, coşkuyla ya da hayranlıkla karşılanmış pek çok kişi için de öyle. Kimileri acemilik günlerinin tanıklığından kaçarken unutulmuşluğa terk ediyor İzlek'i... Kimisinin hayatındaki işlevini tamamlamış; kapanmış bir sayfa, tatlı bir gençlik anısı; bizim için ise okeye, briçe, tavlaya gelen Sakarya Caddesi esnafının şaşkın bakışları altında, atmosfere hiç de uygun düşmeyen genç erkekler ve kadınlar olarak toplandığımız Balkan Kıraathanesi’nde birlikte kurduğumuz o düşe atfen senin adının yeniden onurlandırılması idi her sayı...

Kaan... Çok yazacakların vardı daha; hiçbirini okutmadın; senden sonra çok yazdıklarım oldu; sen şiir yazsana derdin, yine öykü yazmaya devam ettim. Hiçbirini okumadın. Balkan Kıraathanesinde birbirine değen hayatlarımız kim bilir nereye gidecekti?

Hiçbir şey eskisi gibi olmadı.