İnce bir hayal: izlek

 

Bahar aslan

 

 

 

ağlamaktan ağılanmıştı

biçimsiz gülümseyişimiz

aslında gülmesek de olurdu

masum bir günahtı

arsız dünyada

bir şair ölmüştü

ve sözcükler korkudan

donakalmıştı...”

 

Serdar Aydın, Sylvia

 

 

Lise son sınıf öğrencisiydim; içimde kıvılcıma benzer, ne olduğunu tayin edemediğim garip bir şey, garip bir his vardı.

Dershanedeki Türkçe öğretmenim Nizamettin Uğur’a bir şeyler -neler?- yazdığımı söylediğimi, onun “getir, bir bakalım”, dediğini, ertesi gün ona, ablamın Erika marka daktilosunda yazdığım ikişer sayfalık iki metincik götürdüğümü, birkaç gün sonra, Nizam Hoca’nın, bu sayfaları kırmızı kalem işaretleriyle dolu olarak bana geri verdiğini hatırlıyorum.

Şaşırmıştım.

Yazdığım hemen her sözcük için Hoca not düşmüştü: Niye o sözcüğü seçmiştim, onun yerine şu daha “güzel/iyi” olmaz mıydı, böyle bir cümle yapısını neden kullanmıştım, kurguda niye böyle bir tercihte bulunmuştum, duygu ve düşüncelerimi bu sözcüklerle, bu cümlelerle, bu gramerle, bu kurguyla ne kadar ifade edebiliyordum? Anlatmak istediğim şeye ne derece yakındım ve de her şeyden önemlisi, anlatmak istediğim bir şey gerçekten de var mıydı?

Kafam karışmıştı.

Hoca, istersem, yazı yazan bazı öğrencileriyle beni tanıştırabileceğini söyledi. İşte Ankara’da, Sakarya Caddesi’nde, dershanenin çok yakınındaki Balkan Kıraathanesinde her perşembe akşamı toplanıp yazdıklarını, yazmakta olduklarını, yazacaklarını, okuduklarını, düşündüklerini, düşlediklerini birbiriyle paylaşan, insan ilişkilerinde samimi ve mütevazi, ancak, söz edebiyat-sanata geldiğinde samimi olmakla birlikte hiç de mütevazılik göstermeyen, nitelik ve kusursuzlukta kılı kırk yaran, kendi yetenek ve çabalarının verdiği özgüvenle biraz narsist ve kibirli bu insanların arasına böylece girdim.

Balkan Kıraathanesi izbe, bakımsız ve özentisizdi. Bu haliyle sanki hayatın ta kendisiydi; ne ise oydu. Masaları yeşil çuha örtülüydü. Oraya en çok kış akşamlarını yakıştırıyordum, göğü sigara dumanları  ile kaplıydı, ortasında bir soba yanardı, -belki yanmazdı, ama ben öyle hatırlıyorum, ya da nedense öyle hatırlamak istiyorum. - Tavanına lüks lambaları asılıydı. Bordo önlüklü çaycılar, yuvarlak tepsiler, boş -dolu çay bardakları, bozuk paralar, susamlı, bağrı yanık Ankara simitleri, birleştirilen masalar, masaların üzerinde kâğıtlar, kitaplar, dosyalar, perşembe toplantılarının müdavimleri -Nizam Hoca, Ülkü, Ayda, Ercüment, Gökhan, ben, Ali Burak, Murat Ercüment-, her toplantıda, sayılan eksilip artan yeni yüzler...

Ve ben heyecanlıydım.

Çünkü o güne dek hiç aşinası olmadığım bu toplantılar sanki hep için için hasretini çektiğim bir dünyanın var olduğunun deliliydi. Evet, “o dünya” vardı ve ben artık kendimi “o dünya”ya daha yakın buluyordum.

Ben Kaan’ı şahsen hiç tanımadım. Onu, gıyabında, Balkan Kıraathanesi’nin perşembe toplantılarının müdavimleri, yani, sonradan İzlek’in kurucu, çekirdek kadrosunu oluşturan dostları ve arkasında bıraktığı şiirleri aracılığıyla -ki, bir şairi şiirlerinden bilmektir doğru olan...- tanıdım; gene dostları aracılığıyla, ‘kendilerine ait bir edebiyat dergisi’ yayımlama hayali kurduğunu öğrendim. Kaderin garip bir cilvesi, bu hayali gerçekleştirmek, Kaan yerine, Kaan’ın dostları ile beraber bana ve benim gibilere kısmet oldu... Zira Kaan, 1992 Ağustos’unda Kadıköyü’nde bir otel odasında “bu dünya”daki ömrünü noktalamıştı. Diyalektik bir zıtlıkla, Kaan’ın yokluğu, “O dünya”nın var olduğunu sanki daha da belirgin kılmıştı. Bu belirginlik, Balkan Kıraathanesi’nin perşembe müdavimlerini, edebiyata-sanata dair bir şeyler üretmek, yüreklerinden kopup gelen sözcükleri “bu dünya”ya yaymak konusunda daha kararlı ve inatçı hale getirmiş olmalı. Hem “bu dünya” da yaşarken “o dünya”nın özlemini çeken, “bu dünya”da yabancılık hisseden, hem de kendileri gibi, “o dünyalı” bir şair dostlarını, yani, kendilerinden birini yitirmenin acısını taşıyan bu genç ve mahzun edebiyatçılar, benim gibi aralarına katılan birkaç kişi ile beraber, başta hocamız Nizamettin Uğur’un sıra dışı çabası ve Kaan’ın kederli ailesinin desteği ile Kaan İnce Kültür Sanat Vakfı’nı, bu vakfın yayını olarak da İzlek dergisini yayımlamaya başladılar. Böylece, Balkan Kıraathanesi’ndeki perşembe toplantıları, Kaan İnce Vakfı’nın, Balkan Kıraathanesi gibi gene Sakarya Caddesi üzerinde olan Tokay İşhanı’nda kiraladığı küçük, dar, tozlu ve eski bir han odasında, cumartesi toplantılarına, dönüşmüştü.

İzlek’i kuran ve geliştiren insanlar olarak bizler, “bu dünya”ya ait saymıyorduk kendimizi, “bu dünya”nın insanlarının konformizmine, statükoculuğuna, menfaatperestliğine, kokuşmuş ilişkilerine karşıydık. En çok da, edebiyatın, sanatın kurup var ettiği “o dünya”ya aidiyetini iddia eden, ama, edebiyatı ve sanatı ancak “bu dünya”nın mevcut düzeninde kendine bir yer açabilme aracı olarak kullanan sözümona edebiyatçı-sanatçılara karşıydık. Bu nedenle, onlarla aramızda bir mesafe vardı. Bu mesafeden memnunduk, çünkü, kendimizi onlardan farklı, nitelikli, “o dünya”lı olmaya daha yaraşır buluyorduk. Yazdıklarımızı yayımlatabilmek, kendimizi belli çevrelerde kabul ettirebilmek için, o çevrelerin kurallarını benimsemeye, benimsermiş gibi görünmeye, dolayısıyla kalemimizi satmaya, saflığımızı yitirmeye ihtiyacımız, amiyane tabiriyle kimseye eyvallahımız yoktu. Çünkü İzlek, okyanusun ortasında bir adacık gibi, belki de “Kendine Aİt Bir Oda” gibi, düşüncelerimizi, duygularımızı özgürleştiriyordu. Nasıl Virginia Woolf, kurduğu yayınevi ile İngiltere’de, yazdığı her şeyi yayımlama özgürlüğüne sahip tek kadın yazar olduğunu bilmiş ve bunun gururunu yaşamış idiyse, biz İzlekçiler de, Türkiye’de, bir takım kokuşmuş edebiyat çevrelerine girmeden, yazdıklarımızı yayımlamakta özgür olduğumuzu biliyor ve buna seviniyorduk. Bu anlamda İzlek, bizim “o dünya”ya aidiyetimizin belki de güvencesi, koruyucusuydu.

İzlek Dergisi’nin kırk üç sayısının yayımlandığı altı yıllık zaman boyunca bu odada neler neler konuşuldu, neler neler yapıldı... Han duvarlarının ağzı dili olsa da konuşsa... “iyi edebiyat nedir?/ iyi şiir nedir?/iyi öykü nedir?” sorularının yanıtlarını değişik örnekler, değişik eserler üzerinde konuşup tartışarak pek çok defalar aradığımızı hatırlarım. Sözün uçup geriye yazının kalacağını bildiğimizden -ars longa vita brevis -, içimizden kimileri, bu "iyi” sıfatının ne olduğunu, ne anlama geldiğini edebi çalışmaları ile, kimileri ise kuramsal/kavramsal çalışmaları ile bulmaya gayret etti. Yazıp çizdiklerimiz içinden en nitelikli, “o dünya”ya en yaraşır bulduklarımızı uzun ve ateşli tartışmalar sonucunda seçip îzlek’te yayımlar, bundan da narsistçe haz alır, bir parça tatmin olurduk. Ancak bu yarım bir tatmindi; yarımdı, çünkü son yazdığımızdan daha iyisini, daha güzelini yazma isteği ile kıvranarak yeniden kaleme kâğıda sarılmamız çok sürmez, çocuksu bir coşkuyla birbirimize yazdıklarımızı gösterir, birbirimizin yazdıklarına acımasız eleştiri oklarını saplar, böylece gene bir parça tatmin olurduk. Ancak bir parça tatmin olurduk; çünkü yazmak öyle bir şeydi ki, yazmaktan doyduğunu, tatmin olduğunu hissettiği an, trajik olarak, aynı zamanda çok aç/tatminsiz olduğunu da hissettirirdi yazarına. Bu eş zamanlı açlık ve tokluk, tatmin olma/olamama hali, yani, edebiyatçılığın- sanatçılığın devamını sağlayan bu garip, başdöndürücü his, ancak edebiyat-sanat derdine samimiyet ve saflıkla düşenlerde görülür, diye düşünüyorum.

“O dünya”nın beraberce aranılması 1999 yılında, İzlek’in kırk üçüncü sayısı ile son buldu. İzlekçiler “bu dünya”ya şehr-i Ankara’dan, sevgili Serdar Aydın’ın meşhur ifadesiyle, “dünyanın en güzel bozkırı olan Ankara”dan dağıldılar. Dağıldılar; belki “o dünya”, “bu dünya”nın içinde olduğu için; belki Turgut Uyar’ın bir şiirinde geçtiği gibi, “yanılgan insanlar”dan olduğumuz için; belki “o dünya”yı, hayatın modemize kristalleri olarak aramak istediğimiz için, belki bir ütopyanın peşinden sonuna kadar topluca gitmeye yüreğimiz yetmediği için; belki, “o dünya” kalplerimizin içine kazılı olduğu halde, “bu dünya”nın cazibeli çağırışlarına karşı koyamadığımız için, belki de her şeyin bir sonu olduğu için...

Bu yazıda esasen vurgulamak istediğim nokta, İzlek’in altı yılda en önemli işlevinin, bir farkındalık bilincinin kıvılcımını, bir daha hiç sönmemek üzere insanların içine bırakmak olduğudur. Peki, bu farkındalık ne idi, neye dairdi, neye yarardı? “Bu dünya”da yaşarken, “o dünya”nın var olduğunun farkındalığı idi bu. Evet, “o dünya” vardı ve varlığı, insanın içine, derinine, ancak edebiyat-sanat aracılığıyla yapılabilen kazılarla ortaya çıkartılabilirdi. Ve “o dünya”nın farkındalığı olmadan, insan denilen muammayı çözmek, anlamak mümkün değildi.

Ben iyimserlikle inanıyor ve iddia ediyorum ki, “bu dünya”ya dağılmış İzlek insanlarından, bugün edebiyatla-sanatla uğraşmayı bırakmış, kendilerine bambaşka hayat çizgileri çizmiş_olanların bile, hatta İzlek dergisinin Sakarya Caddesi, Tokay İşhanı’ndaki, küçük, dar, tozlu ve eski han odasına yolu en az bir kere düşmüş herhangi birinin bile, “o dünya”nın farkına varmaması mümkün değildir.

İçinde tutku ile beslediği hayalini, adına kurulan vakıf aracılığı ile gerçekleştirdiğimiz Kaan İnce’yi; bu dünyaya “o dünya”dan dağılmış bütün İzlek insanlarını; gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün “o dünya”lıları içtenlikle selamlıyorum.